İkbal Uzuner ve Ayşenur Halil’in katledilmesi… Bir annenin kızının kesilmiş başının önünde attığı çığlık, insanın ruhunu donduran bir acının yankısı… Bu çığlık, yalnızca bir bedenin kaybına değil, insanlık onurunun vahşice çiğnenmesinedir. Bir annenin yüreğini paramparça eden, hayatının geri kalanını gölgede bırakacak bir çığlık. Tarifsiz bir kederin ve dehşetin sesi.
Aslında yüzyıllardır süregelen kadın düşmanlığının, patriyarkanın (ataerkilliğin), insanlık dışı nefretin yankısıdır bu. Cinayeti işleyen kişilerin ellerindeki bıçakları tutan yalnızca kendi elleri miydi, yoksa bu elleri güçlendiren, göz yuman, meşrulaştıran koca bir toplumsal yapı mı?
Toplumsal hafızamız, kadına şiddetin bireysel, akıl hastalıklarına dayalı bir mesele olarak algılanmasına eğilimli. Medyanın ya da bireysel yorumların da etkisiyle, katillerin ruh sağlığından dem vuruluyor, “sapık” ya da “canavar” olarak etiketlenerek olaylar bireysel çerçeveye ve hatta biraz da meşru zemine indirgeniyor.
PATRİYARKANIN KÖKLEŞMİŞ YAPISINDAN BESLENİYOR
İstanbul Fatih’te öldürülen iki genç kadının katili Semih Çelik için de bu yapıldı. İlk başta olayın uyuşturucuyla bağlantısı olduğu öne sürüldü, fakat ardından kadın düşmanlığını körükleyen Incel benzeri topluluklar ve bu kavramların rolü tartışılmaya başlandı…
Oysa gerçek bundan çok daha derin ve sistematik: Kadın cinayetleri, sadece ruh sağlığı bozukluklarından değil, aynı zamanda ve daha ağırlıklı olarak, patriyarkanın kökleşmiş yapısından besleniyor. Kadın cinayetleri işleyenler her yerde. Sokakta, işte, toplu taşımada, evimizde… Elinde kumandası televizyonda zapping yapan bir baba, her gün otobüsle işe giden genç bir adam, yanımızda oturan, bizimle konuşan, bize mesaj atan sıradan insanlar… Şiddet, yalnızca bir hastalığın ya da sapkınlığın ürünü değil; aynı zamanda toplumun, kadınlar üzerindeki kontrol arzusunun, kadın bedenine ve yaşamına yönelik sistematik tahakkümün sonuçları.
Şunu net olarak ifade etmeliyiz ki, şiddetin psikolojik ya da ruhsal bir mazereti olamaz. Toplum, kadın cinayetlerini yalnızca bireysel patolojilere bağladığında, asıl sorunu gözden kaçırır: Erkek egemen kültürün kadına yönelik tahakkümü. Bu tahakküm, canavar maskesi takan sapkınlar tarafından değil, günlük hayatın sıradan erkekleri tarafından sürdürülen, sistematik ve derin bir nefretin sonucudur.
ARDINDA YATAN NEDENLER ÇOK DAHA DERİN
Bu noktada sorulacak en önemli sorulardan biri de, bu cinayetlerin arka planındaki yapıların, kurumların, ailelerin ne kadar sorumluluk aldığıdır. Saldırganların ebeveynleri, çocuklarının tehlikeli eğilimlerini görmezden gelerek, evde kasap bıçaklarını bulundurmalarına izin vererek aslında bu suça ortak olmuş olmuyor mu? Ebeveynlerin “kendi çocuğumuz zarar görmesin” diyerek başkalarına zarar vermesine göz yumması, aslında toplumsal sorumluluk duygusunun reddi değil midir?
Bu topraklarda gencecik iki kadın DAHA öldürüldü. Bir kez daha, yine, yeniden, vahşice… Henüz Diyarbakırlı Narin kızın cinayetini aydınlığa kavuşturamamış, olayın tesirinden çıkamamışken, henüz Beyoğlu’nda sokak ortasında cinsel saldırıya uğrayan kadını ve saldırıyı bile doğru düzgün konuşamamışken… Sıla bebeğin korkunç ölümünün şokunu üstümüzden atamamışken…
Bir süredir ülke olarak birbirinden kopuk gibi görünen, ama aslında aynı köklü sorunlardan beslenen şiddet olaylarına tanık oluyoruz. Yaşananları bir tür toplumsal cinnet hali, diye adlandırarak geçmek kolay olanı. Halbuki kadın cinayetleri özelinde, ardında yatan nedenlerin çok daha derin olduğunu görüyoruz.
ÜLKENİN GERÇEK SORUNLARDAN UZAK TUTULDUĞU BİR ORTAM YARATILIYOR
Kadınlara yönelik artan şiddetin ve vahşetin neden bu kadar pervasızca süregittiğine dair samimi bir cevap vermek zorundayız.
Ne yazık ki toplumda, suça karşılık cezasızlık halinin işleyeceğine dair kökleşmiş bir inanç var. Kadın cinayetleri ya da diğer şiddet suçlarındaki cezasızlık, bu suçları işleyenleri adeta ödüllendiriyor. Adalet sistemimizdeki infaz indirimleri ve aflar, suçluları cezalandırmak yerine onları yeni suçlara teşvik eden bir yapı oluşturuyor. Düşünsenize; eski eşini hapisten çıkıp öldüren katillerin sayısının her geçen gün artması, artık “şaşırtıcı” olmaktan bile çıktı, sıradan bir haber haline geldi.
Kamuoyu dikkatini bu hayati meselelere hiçbir zaman tam anlamıyla veremiyor, çünkü her seferinde başka bir gündemle meşgul ediliyor. Örneğin, şimdi de İsrail’in vaadedilmiş topraklar hedefiyle Türkiye’yi tehdit ettiği, hatta Türkiye topraklarını da içine alan haritaların İsrail askerleri tarafından taşındığı gibi spekülatif gerekçeler üzerinden TBMM’de düzenlenen kapalı oturum bir anda gündemin merkezine oturdu. Suni gündemlerle toplumun, ekonomik kriz, insanların açlığa mahkum edilmesi, artan işsizlik ve kadın cinayetleri gibi ülkenin gerçek sorunlardan uzak tutulduğu bir ortam yaratılıyor. Oysa, her kadın cinayeti bu ülkede gerçek bir krizdir ve bu kriz, suni gündemlerle örtülemeyecek kadar derin ve kanayan bir toplumsal yaradır. İsrail’in saldırıları ve Orta Doğu’daki gelişmeler elbette önemli konulardır ve tartışılıyor da, ancak konuyla ilgili gerçeklikler dışında hayali gündemler tam vaktinde ortaya atılarak ustalıkla kullanılıyor ve kadın cinayetleri, kadına yönelik şiddet, (ve ülkenin diğer tüm esas meseleleri) toplumun sürekli ötelenen, göz ardı edilen gerçeği olmaktan bir türlü kurtulamıyor. Gündem değiştirerek, gerçeklerin üstü örtülerek ne şiddet önlenebilir, ne de ülke yönetilebilir…
NEDEN 22 YILDIR YAPILMIYOR
Vahşice öldürülen iki kadından birinin cesedinin parçalara ayrılarak İstanbul, Edirnekapı surlarından atılması, toplumda derin bir infial yarattı. Bu vahim olayın ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Adalet Bakanı, infaz yasasında bazı düzenlemeler yapılacağını açıkladı. Ancak bu noktada gözden kaçmaması gereken asıl mesele, bu tür şiddet olaylarına karşı ihtiyaç duyulan düzenlemelerin neden 22 yıldır yapılmadığıdır.
Halbuki, her kadın cinayeti bu ülkede gerçek bir krizdir ve suni gündemlerle üzeri örtülemeyecek kadar derin ve kanayan bir toplumsal yaradır.
Bu ülkede kadınlar, yalnızca fiziksel şiddete değil, aynı zamanda yaşamlarının her anına müdahale eden baskılara karşı da savaşıyor. Nerede, nasıl doğum yapacaklarından tutun da sokakta ne giyeceklerine kadar sürekli müdahale altındalar. Hatta öyle ki ülkenin cumhurbaşkanı kadın-erkek eşitliğinin fıtrata ters olduğunu söyleyebiliyor…
Tüm bu baskılar bireysel bir sorun değil; kadınları toplumun sınırlarına hapseden, onları özgürlüklerinden mahrum bırakan derin, köklü bir sistemin dayatmasıdır.
***
Bu noktada kadın cinayetlerinin “politik” olduğunu söylemek tam da bu yüzden yerinde bir tespittir.
Eğer bir suç sürekli tekrarlanıyor, toplum tepki gösteriyor ama engellenemiyorsa; devlet, vatandaşlarının bir kısmını koruyamıyor ve bu kesim her gün daha fazla güvensizlik içinde yaşıyorsa…
Eğer bir kadın şiddet gördüğünde yargıya ya da kolluk kuvvetlerine güvenemiyor, kendisini taciz edenlerden şikayetçi bile olamıyorsa…
Kadınlar sırf kadın oldukları için öldürülüyorsa…
Eğer suçu işleyen değil, ilk olarak kadının ne giydiği sorgulanıyorsa, suçun işlenmesini meşru kılacak bir değer sistemi yüceltiliyorsa…
Eğer kadına yönelik şiddeti önlemek, kadını korumak ve toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak amacıyla kaleme alınan, üstelik ismi İstanbul olan uluslararası bir sözleşme, öylesine çarpıtılıyor, öylesine yanlış biçimlerde tartışılıyor, büyük bir karalama kampanyasının nesnesi haline getiriliyor ve nihayet şahsım devleti buyruğu ile aniden sözleşmeden çıkılabiliyorsa…
MESELE POLİTİK
Ortada politik bir mesele vardır. Bu sadece bireysel bir şiddet değildir, derin bir toplumsal problemdir mevzu bahis olan.
İstanbul Sözleşmesi’ni 11 Mayıs 2011’de imzalayan ve parlamentosunda oy birliği ile onaylayarak kabul eden ilk ülke Türkiye’ydi. Ancak, 20 Mart 2021’de, Cumhur ittifakının ortağı olan HÜDA-PAR’ın dayatması sonucunda bir gece yarısı alınan Cumhurbaşkanlığı kararı aracılığıyla, yani tek bir kişinin “uygun görmesi” ile aslında hukuki olmayan bir şekilde Türkiye bu sözleşmeden çekildi. Sözleşmeye karşı çıkanların iddiaları ise şaşırtıcı bir şekilde “dış güçler” retoriğine dayanıyordu. Bu metnin Türkiye’nin aile yapısını bozmak amacıyla dışarıdan dayatıldığı iması, toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesini itibarsızlaştırmak için kullanılan bir perdeydi. Oysa gerçek şu ki, İstanbul Sözleşmesi, Avrupa Konseyi tarafından hazırlanan ve 45 ülke ile Avrupa Birliği tarafından imzalanan, kadına yönelik şiddeti ve aile içi şiddeti önlemeyi amaçlayan bir uluslararası insan hakları belgesidir. Devletlerin bu konuda üstlenmeleri gereken yükümlülükleri net bir şekilde ortaya koyan bu sözleşmeden çıkmak, yalnızca Türkiye’deki kadınların yaşam haklarına yapılan bir ihanet değil, aynı zamanda evrensel insan hakları standartlarına karşı atılmış bir geri adımdı.
İstanbul Sözleşmesi’nin zamanla daha da geliştirilmesi ve adaptasyonu gerekirken, bu sözleşmenin yasal güvencelerle iç hukuk mevzuatına daha uygun hale getirilmesi beklenirken, tek bir kişinin kararıyla ortadan kaldırılması, kadınları şiddete karşı koruyan en önemli uluslararası dayanaklardan birini yok ederek şiddetle mücadeleyi daha da zorlaştırdı.
Dolayısıyla İstanbul Sözleşmesi’ne bir an önce geri dönülmeli ve aynı zamanda kadına yönelik şiddeti önlemek için çıkarılan 6284 sayılı kanun etkin bir şekilde uygulanmalıdır. 6284 sayılı Kanun, kadına yönelik şiddetin önlenmesinde kritik bir rol oynayarak, şiddet mağdurlarını koruyan ve failleri caydıran düzenlemeler içermektedir. Ancak bu yasa tam anlamıyla uygulanmadığı sürece, şiddeti durdurmak mümkün olmayacaktır.
Aynı zamanda uzmanlar, Türkiye’de acil olarak Ruh Sağlığı Yasası çıkarılmasının da gerekli olduğunu belirtiyor. Tedaviye erişim ve ruhsal hastalıklarla mücadeleye dair kapsamlı bir yasa, özellikle şiddet olaylarının ve madde bağımlılığının yaygın olduğu toplumlarda kritik bir ihtiyaç olarak değerlendiriliyor.
Türkiye’deki hapishanelerde 450 bin civarında tutuklu ve hükümlü bulunuyor. Uzmanların belirttiği üzere, bunların büyük bir kısmı, uyuşturucu gibi suçlarla bağlantılı kişilerden oluşuyor. Bu kişilerin tedavi edilmek yerine içeride daha da suça eğilimli hale geldiği ve cezasızlıkla halinin bir sonucu olarak tahliyelerle serbest bırakıldıkları gözlemleniyor. Tahliye edildikten sonra cesaretlenerek yeni suçlar işledikleri ise su götürmez bir gerçek. Uzmanlar, bu suçluların tedavi edilmesi gerektiğini belirtiyor, ancak devletin yeterli bütçe, zaman ve uzmanlık ayıramaması nedeniyle bu suçluların rehabilitasyonu zorlaşıyor…
Halbuki bu insanlar tedavi edilmeli, tedavi edilemeyecek durumda olanlar toplumdan izole edilmeli ve cezalar mutlaka caydırıcı hale getirilmelidir.
Yeterli kaynak ve emek ayrılmadan, uluslararası sözleşmelerden birtakım “kaprislerle” çıkılarak, yetersiz, uygulanamayan yasalarla ya da organize suç örgütlerine ve uyuşturucu çetelerine sekiz af çıkartılarak bu sorunun çözülemeyeceği çok açık. Suni gündemlerle esas sorunların üzeri örtülmeye, bunlar halktan gizlenmeye çalışılsa da bu yaklaşımlar, ne suçun kökünü kurutabilir ne de toplumsal düzeni sağlıklı bir hale getirebilir.
***
Bu sırada Cumhurbaşkanı, kadına şiddet uygulayan erkeklerin önemli bir kısmının ya alkol ya da madde bağımlısı olduğunu, dolayısıyla alkolle mücadele etmenin kadına yönelik şiddeti önlemenin bir yolu olduğunu ifade ediyor. Ancak, kadına yönelik şiddeti sadece alkol ve uyuşturucu kullanımı ile açıklamak, bu derin toplumsal sorunun özünü kaçırmak demektir. Şiddetin kökeni, sadece bağımlılıklarla sınırlandırılamayacak kadar derin ve sistematik bir sorundur. Eğer kadına şiddet yalnızca alkol ve uyuşturucuya bağlanacak olsaydı, bu maddeleri yasaklamakla sorun çözülebilirdi, değil mi?
Ancak gerçek bu kadar basit değil; şiddetin asıl kaynağı alkolün ulaşamayacağı kadar derinlerde…
Jean-Jacques Rousseau, Emile adlı eserinde eğitimin insan doğası üzerindeki önemine vurgu yaparken, bir bireyin ahlakını ve karakterini, her biri yüzde 25 oranında şekillendiren dört temel unsurdan söz eder: Genetik miras, aile, sosyal çevre (sokak) ve eğitim. Rousseau’ya göre, bir çocuğun genetik mirası onun doğuştan getirdiği nitelikleri belirlerken, ailesi ve çevresi çocuğun ahlaki yapısını ve karakterini geliştirir. Sokak, yani sosyal çevre, çocuğun dünyayı deneyimleme alanıdır ve son olarak eğitim, bireyin toplumsal bir varlık olarak şekillenmesinde kritik bir rol oynar.
Yani toplum içindeki hiçbir sorunun kaynağı basit bir madde bağımlılığına indirgenemez. Rousseau’nun da belirttiği gibi, bireyin karakterini ve ahlaki yapısını şekillendiren birçok dinamik vardır ve bu dinamiklerden biri de toplumsal yapının kendisidir.
***
Bugün adalet, kadınlar söz konusu olduğunda her zamankinden daha da sık tökezliyor. Suçluların ceza almayacağına dair yerleşmiş inanç, şiddet döngüsünü daha da körüklüyor. Bu ülkede sadece adalet değil, hukuk güvenliği, yaşam güvenliği, hatta gıda güvenliğimiz bile kalmamış durumda. Ruhsatlı veya ruhsatsız silaha erişim o kadar kolay ki, insanlar merdiven altı atölyelerde silah üretebiliyor ve neredeyse ucuza silahlanmak bir norm haline gelmiş. Sokaklarda yaşam güvenliği tamamen yok olmuşken, kadınların kendilerini güvende hissetmesi nasıl beklenebilir?
“BİR ÜLKEYİ TANIMAK İSTİYORSUNUZ…”
Bu şartlar altında, kadın cinayetlerinin kişisel meseleler değil, derin politik sorunlar olduğunun farkına varmamız gerekiyor. Eğer bu gerçeği kabul etmez ve kadın cinayetlerini politik bir mesele olarak ele almazsak, toplumsal çürüme devam edecek ve şiddetin önüne geçmemiz imkânsız hale gelecek.
Albert Camus’nun o unutulmaz sözünü hatırlayalım: “Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, orada insanların nasıl öldüğüne bakın” Peki, bizim ülkemizde kadınlar nasıl ölüyor? Bu soruya vereceğimiz dürüst bir cevap, adalet sistemimizin derin kusurlarını ve toplumsal çürümeyi gözler önüne serecek.
Bir toplumun çöküşü, sadece savaşlar ya da kaybedilen topraklarla değil, insan ruhunun ve vicdanının körelmesiyle başlar. Kadınların, yani toplumun yarısının güven içinde yaşayamadığı, ekonomik, politik, sosyal, hukuk, adalet, liyakat, gelir dağılımdaki adaletsizlik başta olmak üzere her anlamda ve alanda uçurumun kenarına gelmiş, çöküşün eşiğindeki bir ülke, suni gündemlerle oyalanamaz. Eğer biz bu gerçeği görmezden gelmeye devam edersek, toplumsal çürümenin karanlığı hepimizi içine alacak ve sadece kadınları değil, toplum olarak tüm insanlığımızı kaybedeceğimiz o uçurumun dibine sürükleneceğiz.
Sadık ÇELİK
[email protected]